Hak. ilinin Pir köyüne sürülen bir öğretmen, bir kazazede. Adını, geçmişini, kim olduğunu hatırlamıyor, yolu buraya nasıl düştü bir fikri yok. Okurken de gözlerinin önünde siyah cisimler uçuşuyor sanki insanın. Düşle gerçek arasında bir anlatım.
Konuştuğu dili konuşan yok, konuşulanı da o anlamıyor. Kar indi mi aylarca kalkmıyor yerden, aylarca kimse uğramıyor bu yere. Süryani bir kitapçıdan aldığı kitaplar uzun kış gecelerine ortak oluyor. Bazen bir salgın bütün bebelerin alnına dokunup iki güne canlarını alıyor.
Biçimsel olarak farklı bir kitap, ilk yüz sayfasını büyük bir hevesle okudum. Sonrasına dair kötü bir eleştirim yok yalnız bir yerde korkup şunu düşündüm; bu kitap ağzıma bir kaşık bal çalmak için bir kilo keçiboynuzu mu çiğnetiyordu bana? Dört yanı -anası, babası, dayısı, yengesi- öğretmen olup yurdumun falanca bölgesinin bilmem ne köyünde gencecik bir öğretmenken başından geçenler sık sık anlatılmış olan bana (inanın bir köy öğretmeninin anıları asla bitmez) ufak bir beklenti peydalanmış olabilir-di. Maruz gördüm.
Fakat en nihayetinde vardığım sonuç; bu anlatım biçimi bu zamana ve bu coğrafyaya çok yakışmış. Ne eksiği var ne fazlası. Bizim gibiler ancak böylesinden anlar çünkü… sizler… “Sizler, karın üstünde yalınayak yürüyüp ölmeyenlerdensiniz. “Biz, bir kış boyu, yufka ekmek, otlu peynir, bulgur pilavı yiyip çay içerek yaşayamayız.”
Beni en çok etkileyen bölümse “Son Ders” oldu.
“Bütün öğrettiklerimi unuttun. Dünya dönüyor, evet, ama belki de burada, bu dağ başında dönmemesini bilmek daha doğrudur.”
Ah!
Elbet tavsiyedir.
Sevgiler, Nazlı.